Elimde kaşarlı tost, Beşiktaş vapurundan süzülüyordum Kadıköy'e. Kabataş'tan binecektim fakat gelmesine çok vardı, Beşiktaş'a yürüdüm. Daha da geç binmiş olduğum aşikâr fakat zaten Kabataş hattında filtre kahve yoktu. Bindiğimde ise kahve fikrinden tamamen soğumuş, kaşarlı tostumu bol ışıklı bir köprüye ve aziz İstanbul'a karşı yiyor, akşam içeceğim viskiyi ve çekeceğim rahat uykuyu düşlüyordum.
Epeydir viski içmiyordum. Diğerlerini zaten pek sevmem. Özel bir sebebi yoktu bu diyetin fakat sebepsizce, içmemeyi kural edinmiştim. Belki o an olduğu gibi doğru zamanı hissetmeyi beklediğimdendir. Bu viskisiz aylarda kahveye merak sarmış, çeşit çeşit kahveler denemiştim. Adeta pek de iyi olmayan kısa vadeli sahte bir kahve tutkunu olmuştum. Sadece filtre içerdim kahveyi, diğerleri kahve bile değildir benim için.
Kahvenin iyisini İstanbul'u karış karış gezerek aramasam da epey yerde deneyimleyip araştırmıştım. Vapur'un kahvesi her ne kadar en keyif vereni olsa da boğaz manzarası ve deniz kokusunu yok saydığım bir ortamda kaldığım apartmanın bir karış yakınındaki kahvehane, bana en iyi kahve deneyimimi yaşatmıştı.
Tostum bitmek üzereyken içeri girdiğimde boğazın huzuru, serin rüzgara bürünmüştü. Bir tını ilişti kulağıma. Pek tanıdığım fakat dillendiremediğim bir tını. Bu cümleleri yazarken o tınıya dair hiçbir şey hatırlayamıyorum. Hâlbuki duyalı üç, dört saati geçmedi. Vapurun alt katından gelen bir tını. Kesinlikle bildiğim bir klasiği çalıyordu bu vapur sanatçısı fakat hatırlayamıyordum. Tını bir Kieslowski filminde hissettirdi bana kendimi. Eski bir yönetmen amcayla bolca günümüz kısa filmleri, yeterince de Bergman sineması konuştuğumuz gecenin sonunda içinde hissettiğim ritmin Kieslowski'ye ait olması da oldukça enteresandı. Vapur yanaştı. Cebimde sadece beş liram vardı ve susuzdum. Dinlediğim tını beş liradan daha fazlasıydı. Fakat etrafta doluşan ve kapıya yönelen insanlarla beraber ben de çıktım.
Trene bindiğimde ne şanslı olduğumu düşündüm. Turuncu, seksenler kumaşı pantolonumla herkes beni turist sanıyor, böylece her şeyi en ince detayına kadar incelememi yadırgamıyor. Gerçi yadırgasa da ne fark eder, İstanbul'dayız.
Trenden inip otobüs durağına giderken tını hâlâ kulağımdaydı. Hatta fark etmeden merdivenleri ıslıkla mırıldanarak çıkmıştım. Durakta beklerken; telaşlı, saf ve güzel bir çift göz dikkatimi çekti. Bana bakıyordu, ben de ona tabii. Adının bir önemi yok, onunla ilk diyaloğumuz otobüsün Celal İlkokulu'ndan geçmesi üzerineydi. Evet, tam da o anda geçen otobüs oraya gidiyordu. En azından ben öyle sanıyordum. Gel benimle dedim. Otobüse bindiğimizde burada sadece abisinin misafiri olduğunu söyledi. Şaşkın ifadesi İstanbul'u tanımadığını kanıtlar nitelikteydi. Yan yana oturup bir süre sessiz beklememizin ardından ne kadar yorgun olduğundan ve İstanbul'un ne kadar yorucu bir şehir olduğundan bahsetti. Siyah kazağı ve gri bir pantolonu vardı. Saçları kumraldı. En anlatmaya değerlini, gözlerini ise size çoktan anlattım.
"Ben de epey yorgunum... Kahveyi bırakmaya çalışıyorum... Bugün sadece sekiz bardak içtim."
"Bende reflü var, o kadar içemiyorum."
"Nerelisiniz, yani nerede yaşıyorsunuz normalde."
"İzmir."
"Neresinden?"
"Bornova."
Onun, farklı zamanlarda aynı barlara gittiğim, aynı pastanelerden simit yediğim biri olduğunu işte o an anladım.
"Ben de Bölge'denim. Eski belediye marketinin o caddede yaşıyordum."
"Ne zamandır buradasın?"
"İki yıl."
"Sence İstanbul mu daha..."
"Az önce boğaza karşı tost yedim. İzmir'in hiç şansı yok."
Son durak uyarısı ise akan bu sohbeti durdurup bize yanlış otobüste olduğumuzu haberledi.
"Bu yokuşu dümdüz çıkmamız gerek, biraz yürüyeceğiz. Sahi, tam olarak nereden abin?"
"Kahvesindedir, oraya gideceğim."
Comentarios